25 Aralık 2010 Cumartesi

''mimarlıkta tasarım iletim ve denetim'' nelere kadirmiş.

orda bir laboratuar var uzakta...


Erdem Aksoy Deneysel Tasarım Laboratuarı:


Mimarlık Laboratuarı'nın temeli 1974 yılında atılmış ve inşaatı 1976 yılında tamamlanmıstır. Mimarlik etkinliklerinde yogunlasan bilimsel yaklasimlarin bir yansimasi olarak ortaya çikan laboratuar, kendi öz kaynaklari yaninda UNDP projesinden de yararlanilarak gerçeklestirilmistir.




Laboratuarin alt katinda sergileme amaciyla panolarin yerlestirildigi bir salon bulunmaktadir. Yaklasik 400 m²yi kaplayan deney alaninda 1/1 ölçekli modeller düzenlenebilir, modeller üç boyutta kolayca hareket edebilir ve farkli biçimlerde aydinlatilarak deney düzenlerinin her açidan fotograf ve filmleri çekilebilir. Yapilan her deney, deney alanini çevreleyen ortak bir galeriden izlenebilir. Bu galeri çevresinde “Akustik”, “Aydinlatma”, “Isisal Çevre” ve “Antropometrik Ölçmeler” gibi özel deney odalari 200 m²lik bir alani kaplamaktadir. Deney alaninda ayrica bir 
Rüzgar Tüneli bulunmaktadir.

Laboratuarin kurulusundan amaç; çevresel etkenler karsisinda kullanici konforuna; yeni malzemelere, yöresel sorunlara, özetle mimaride olasili sorunlara deneysel yolla çözüm aranabilecek durumlara iliskin deneylerin yapilmasi, çevreye sunulacak danismanlik hizmetlerine gerekebilecek ölçekli modellerin hazirlanmasi, bulgularin degerlendirilmesi ve sayisal ölçmelerin gerçeklestirilmesidir. 



Laboratuarın önemini Erdem Aksoy kitabında şöyle açıklamaktadır:[Kendisinin deneysel oratama ne kadar önem verdiğini bu konuyu kitabının son paragrafında işlemesinden anlıyoruz.]




1976 yilinda kurulan Mimarlik Laboratuari 2006 yilinda revize edilmis ve 31.05.2006 gün 3/1 sayili Mimarlik Fakültesi Kurulu karariyla ismi, bölümümüz kurucularindan Prof. Dr. Erdem Aksoy'un ismi verilerek “Erdem Aksoy Deneysel Tasarim Laboratuari” olarak degistirilmistir.

[Kaynak:KTÜ Mimarlık Bölümü İnternet Sitesi]



Şimdilerde ise sevgili laboratuarımız amacının dışında kullanıldığından muhteşem(!) akustiği ile sergi ve konferans dizilerine ev sahipliği yapmaktadır. Rüzgar Tüneli orda öylece sergi panolarının arkasında saklanmaktadır. Onu farkeden öğrencilerin sayısı ise bir elin parmaklarını geçmez. Oysa insanlar 1976'lı yıllarda, bugünün olanaklarından yoksun bir ortamda böyle bir laboratuarda deneyler yaparak yetişmişler. Bugün birçok olanağa sahip olunan bir ortamda, yeni deney ortamlarının yaratılması gerekirken, niçin mevcut laboratuarlar amacı dışında işlere hizmet ediyor? Bugünkü mimarlık piyasasının ihtiyaç duyduğu: sorgulamaktan yoksun, fabrikasyon, neyi niçin yaptığını bilmeyen ve hiç bir zaman mimar olamayacak olan fakat mimar diplomalı insanları yetiştirmek için olsa gerek.


Okuluma sahip çıkabilmek dileğiyle... 




Prof. Erdem Aksoy




Özgeçmis:



Asiye Aksoy ve M.Emin Aksoy'un oglu olarak 29 Ekim 1931 tarihinde Gaziantep'te dogmustur. 1938–1943 tarihleri arasinda Kadiköy/Istanbul'da ilkokula tamamlamistir. 1943–1944 tarihleri arasinda bir yil süreyle “Alman Orta Okul'una” gitmistir. Bundan sonra 1942 yilinda Fransiz “Saint Joseph Kolejine gitmis ve 1952 yilinda Istanbul'da Galatasaray Lisesinden mezun olmustur.
1952 yilinda Istanbul Teknik Üniversitesi Mimarlik Bölümüne kayit olmus ve egitimini kis sömestrsisinde Yüksek Müh. Mimar olarak tamamlamistir. Ayni yil Prof. Kemali Söylemezoglu'nun yaninda Bina Bilgisi ve Tasarim III Kürsüsünde Asistan olmustur. 1959 yili Yaz sömestrsisinde misafir Ögretim üyesi olarak Istanbul'da ders veren Prof. Rolf Gutbrod'un Asistani olmustur.
1959 yilinin güz'ünde ITÜ'den iki yil izinli olarak “Alexander von Humboldt-Vakfi bursu” ile Stuttgart Teknik Üniversitesine gitmistir. 1960–1961 tarihlerinde Stuttgart Teknik Üniversitesinde Prof. Rolf Gutbrod'un yaninda misafir asistan olarak çalisti ve bu zaman zarfinda Ortahacim: Türk Profan (Dünyevi) Mimarisinin Temel Tasarim Prensipleri” konulu doktora çalismasini hazirlamis ve Doktor Mühendis (Dr.Ing.) unvanini almistir. Doktora tezinin yayimlandigi tarih1963'tür.
1965 yilinda esiyle birlikte KTÜ Mimarlik Bölümüne Asistan olarak gelen Erdem Aksoy 1969 yilinda Doçent, 1975 yilinda Profesör olmustur.
1969 ile 1977 yillari arasinda Mimarlik Bölüm Baskanligi, Mimarlik Laboratuari yöneticiligi görevlerini yürütmüstür. 04 Temmuz 1977'de Karadeniz Teknik Üniversitesin seçimle gelen ilk rektörü olmustur. Bu görevi 1982'ye kadar sürmüstür.
Erdem Aksoy pek çok bilimsel organizasyonlar, ulusal seminerler gerçeklestirmis ve bunlarin baskanligini yapmistir. Fransizca, Ingilizce ve Almanca bilen Aksoy, yurt içi ve yurt disinda birçok ülke ve üniversite de seminerlere katilmis, konuk ögretim üyesi olarak görev yapmistir. Çesitli ödülleri de bulunan Aksoy'un çok sayida makale ve bildirisi yaninda bes kitabi da bulunmaktadir.[bana tüm bunları yazdıran da o kitaplardan biri olan 'mimarlıkta tasarım iletim ve denetim' adlı olanıdır.]
[Kaynak:KTÜ Mimarlık Bölümü İnternet Sitesi]

Bir Yazı:

ne bu, insanlık mı?
iki yıl önce özgönül ile erdem aksoy’u dört ay arayla yitirmiştik. geçen hafta ankara’da trabzon’dan, antep’den, samsun’dan, antalya’dan, istanbul’dan kimbilir başka nerelerden insanlar toplandılar onları anmak için. çünkü özgönül’le erdem şu son 60 - 70 yılın (bir bakıma cumhuriyetin) yontusuydular.
bizler, 1930lu yıllarda cumhuriyet coşkusunun içine doğduk. şimdi bile ancak düşü kurulabilen bir eğitim eşitliğinde büyüdük. yerli malcıydık, onurluyduk, güveniyorduk, çalışıyorduk. okuyana, yetişmiş olana arka çıkılıyordu. biz öyle biliyorduk, öyle inanıyorduk.
sonra 1940’ların ilk yarısı... ikinci avrupa savaşı yılları... ekmek karnesi, kaput bezi... kendileri yemeyip bize yediren ablalarımız, ağabeylerimiz, ana-babalarımız...
bu arada elbette kaçakçılar, karaborsacılar...
kırkların ikinci yarısında yeni oluşan yeryüzü dengelerinde yalpalayınca işbirlikçiler, işbirlikçiler, işbirlikçiler. küçük amerikacılar... (alın size amerika...)
1950de halkın göz göre göre aldatılması... demokrasi aldatmacası... nankörlüğü sevmeyen, kendini toplumuna borçlu duyanlarnı 1960larda yol ayrımına gelmeleri...
işte tam bu noktada, türkiye’de ardından almanya’da mimarlık eğitimlerini tamamlayan özgönül’le erdem’in türkiye’ye dönüşleri. istanbul teknik üniversitesi’nin onlara açılan kucağını, sunulan olanakları tepip, trabzon’a, karadeniz üniversitesi’ne mimarlık fakültesini kurmağa gidişleri...
(ama ne üniversite... ilkokuldan bozma sanki...)
bundan ötesi gerçek bir destan! kayada, dalgaların altında bir üniversitenin çiçeklenmesi. ben karadeniz üniversitesini bir “sympozium” nedeniyle tanıdım. her türlü olanaksızlık içinde “üniversiter” eğitim yapılan bir yerdi... öğrenenle öğreten sarmaş dolaş, yürek yüreğe... halkıyla iç içe... rektörü, erdem aksoy’du çünkü...
sonra 12 eylül...
erdem aksoy’un y.ö.k.ün neden kötü olduğunu anlatan k.t.ü bildirgesini kendi elleriyle çankaya’ya götürüşü...
ya sonra?.. bütün “akademik ünvan”larının alınışı... sanki alabilirlermiş gibi... o gün bütün cübbeler çıkarılıp çankaya’ya bırakılmalıydı. elbette ardından hukuk savaşı...
savaşı kazanıp, eliyle kurduğu okula-yuva sandığı yere dönüş... yuvasını kirletenlerin, pisletenlerin ona yaptıkları... dostların (?) güllerinden büyük yaralanma... kimseler dayanamaz buna... ne aile, ne yuva... işte bundan ötürü yazdım bu yazıyı...
bu ne biçim “aydın”lıktır? hala...
neden hiçbir değerimize “sahip” çıkamayız? neden bize gereksinimleri olduğunda yalnız bırakırız? korku-ödleklik mi? aptallık mı, aymazlık mı? bilinçsizlik mi?
bugün de sürüyor bütün bunlar...
dostuna dost olmayı, hem de en gerektiğinde bile bilememek...
yok olmanın sularındayken bile...
karşıdakilerin tvleri var alaca bulaca çeşit çeşit günceleri var, radyoları var... biz ne yapıyoruz?
özgönül’ler, erdem’ler kolay mı yetişiyorlar?
birileri yok edilirken sözüm ona demokratlar, sözüm ona halkçılar, sözüm ona şunlar bunlar neredeler?
ne bu?
insanlık mı? 
cengiz bektaş
[kaynak: ekşi sözlük]

8 Aralık 2010 Çarşamba

İstanbul Yazıları,,

"örgütlenmemiş toplumlardaki bilinçli insanlar sadece eleştirirler."

                                                                          doğan kuban




*doğan kuban'ın kitabına bakarken onun tam da arkanda olduğuna şahit olmak olsa olsa istanbul'da olur. soğukluğum tuttu. gidip de konuşmadım. kitabın sayfalarını çevirirken kitap satıcısının yanıma gelip, kitabın yazarıyla tanışmak ister misiniz sorusuna 'hayır' diye cevap verdim:) sonra gittim.

1 Aralık 2010 Çarşamba

dertli bi gündü.

'g.h. hardy' kadar şanslı değilim.
ben olsam olsam 'ramanujan' gibi olabilirim diyordum,
o da olmadı.
son olarak,

şu,
okunmalı:


Not:kitapta geçen her 'matematikçi' kelimesinin yerini kendi mesleğiniz ile doldurarak tabi:)

21 Ekim 2010 Perşembe

trende..

..tren dürer'in melancolia'sını genelleştirir; bizi terk eden bu şeylerin dışında kalmak; bu şeylerden yoksun kalmak, perspektifin an ve an değişimlerinin kütleleler arasında meydana getirdiği hareketten başka bir hareket bilmezler; tüm bilebildikleri bir göz yanılsamasıyla gerçekleşen dönüşümlerdir. benim gibi onlar da yer değiştirmezler; bu sabit şeylerin kendi aralarında kurdukları ilişkileri düzenli ve sürekli olarak bir çözüp bir bağlayansa sadece bakışlardır. vagonun penceresi, görmeye imkan veren ve ray da geçmeyi sağlayandır. bunlar ayrılığın birbirini tamamlayan iki halidir. dokunamazsın. ne kadar çok görürsen o kadar az tutabilirsin. 

trende..
de carteau, m. (2009) ''hem gemi hem hapishane'' gündelik hayatın keşfi, dost kitabevi, istanbul, sf.211

16 Ekim 2010 Cumartesi

Yağmurlu bir frankfurt öğleden sonrası

Pink Martini la soledad’ı söylerken ayşe’nin gözlerinden anılar süzülüyordu. Bazen de ağzı kulaklarına yaklaşıyordu.
Nemli bir yağmur sonrası güneşinde, bölümün önündeki o oturma yerine sırtını kolona yaslayarak oturmayı hayal ediyordu. Dudağında sigarası, bağcıkları çözülmüş botlarıyla...
bu belki de mathilda etkisiydi...

21 Eylül 2010 Salı

Corbü'nün güldürdüğü anlar:)

''Birer Fas halısı gibi renk renk boyanmış, koca koca ve sayısız paftalar sunmamıştım;
yalnızca iki çizim, daktilo kağıdı boyutunda 15 şema ve 30 sayfalık bir rapordan oluşuyordu..''


Le Corbusier, Mimarlık Öğrencileriyle Söyleşi.

Corbü'de bu yollardan geçmiş mi?

Asıl zorlukların farkına eğitiminiz bittikten sonra varacaksınız. 
Buluş gücü, saflık ve nitelikliliğin (ki bunlar kişinin yapısına bağlı erdemlerdir) ürünü biçimlendirdiği bir mesleğe sahip olduktan sonra,
bu kez de kendini beğenmişliklerle, açgözlülüklerle ya da en azından rekabet engelleriyle dolu bir yaşama atılmış bulacaksınız kendinizi.
İşte o zaman yazgınızın tek belirleyicisi sizsiniz ve artık yalnızsınız.
Diplomanız, devletin dağıttığı bir pastanın dilimleri üstünde size hiç bir hak sağlamaz.
Kuşkusuz bizi ilgilendiren konudan, mimarlıktan söz ediyorum.
Onun dışında rahatlıkla ''iş yapabilir'' ve ''başarılı'' olabilirsiniz.


Le Corbusier, Mimarlık Öğrencileriyle Söyleşi.



6 Ağustos 2010 Cuma


                                            Orhan Peker, 1926-1978
                                            Balıkçı Çocuk ve Kediler, 1976
                                            The Fisherboy and Cats, 1976
                                            Tuval üzerine yağlı boya
                                            169x226 cm

Orhan Peker'in bu eserinin konusu çok yalın, iki kedi besbelli genç bir balıkçının yakaladığı balıkla ilgilenir. Ama soğuk tonlarda üç geniş şeridin egemen olduğu bu basit sahnede çok daha fazla şey algılanabilir. Üstteki gri ve mavi şerit, alttaki toprağın grisini yansıtır. Siyahlı-mavili geniş alanın engin bir deniz olduğunu haber verir. sahne boşlukta çınlar, balıkçı avdan döndükten sonra akşamın soğuk renklerine bürünür. Biri koyu biri açık renkteki kediler, günün saatini yankılar. Geleneksel olarak 'beyaz kılın siyah kıldan ayırt edilemediği an' diye ölçülen bir saat bu. Kediler arkalarını dönüp, pür dikkat balıklara odaklanırken, balıkçı yüzünü bize döner. Kedilerin duruşuna benzeyen bir şekilde balıkların önünde çömelir. Avladığını korumaya belki de satmaya çalışır. Onun müşterilerinin yerinde biz varız ama ona ulaşamıyor, sahnenin sessizliğini bozamıyoruzdur. Balıkçı resme bakan kişiye bakmaz, bizim ötemizde bir noktaya bakarak, derin düşüncelere dalar. Sakin, heyecansız görünüşü bir kediyi andırır. Bir delikanlı bu; çocuklukla yetişkinlik arasındaki alacakaranlık kuşağında, geçiş anında yakalanmış gibi. 1976'da Ayvalık'ta yapılmış olan bu resim, birçok kişinin paylaştığı deneyimin anlamını taşır aslında, Orhan Peker'in birçok eserinde olduğu gibi, burada da anlam resmedilen konunun temsiliyle iletilmez sadece, atmosferi yaratan ince ve çoğunlukla parlayan renklerle de verilir.

26 Nisan 2010 Pazartesi

20 Mart 2010 Cumartesi

prossima fermata: colosseo 

uscita lato destro 


sesini duyasım geldi:)

16 Mart 2010 Salı

sinan ve çağı afiş yarışması



16.03.2010
sinan ve çağı konulu afiş yarışması sonuçlandı.
kazanamadım:)
bu güzel kırmızı afişimi portfolyoma yerleştireyim o zaman.

14 Mart 2010 Pazar

Elindeki kitaplar bitmeden kitap almaya gitmek yasak!




dün tramvayda giderken kendime bir söz verdim.kütüphanemde okumadığım 10'a yakın kitabım var, hepsi de kendi içinde oldukça ağır ve okurken dikkat gerektiren cinsten.hafta içi ofiste yaptığım :) şeylerden sonra bunları okumak boşluklarımı layıkıyla dolduracak! ve cumartesi günkü derin dinlenmenin ardından şimdi derin düşünce:) halime geçerek ilk kitabımı elime alıyorum.
modern türk mimarlığı-renata holod, ahmet evin,süha özkankitapta 1900-1980 arası (modern) türk mimarlığından söz ediliyor.süha özkan bu projesini 10 yıllık dönemlere bölerek her bölüme bir sorumlu tahsis etmiş.

1-cumhuriyet öncesi arka plan ve ''ulusal kimlik'' kaygısıyla geçen erken cumhuriyet yılları(yıldırım yavuz)
2-yeni ulus devlet için modernite keşifleri(afife batur)
3-2. dünya savaşı boyunca kemer sıkma yılları(üstün alsaç)
4-liberal ve demokratik denemeler ve uluslararası üslup(mete tapan)
5-1960'lar sonrası çoğulculuk ve dramatik değişimler(attila yücel)
6-konut ve toplumsal bağlam(yıldız sey ve ilhan tekeli)
7-''çevre'' dergisi(selçuk batur)

1950'lerden bu yana gerçekleşen geniş çaplı kentleşme, büyük ölçüde 'bırakınız yapsınlar' mantığındaki yapma süreçlerinin insafına bırakılmıştı. özellikle iki tür yapı elde etme yönteminin öne çıktığı konut sektöründe durum buydu: ya spekülatif, kar amaçlı yatırımcıların konutları, ya da kentleşmeye kendinden menkul bir çözüm olan gecekondular. neredeyse 40 yıl sonra gecekondu türü yerleşimler daha insancıl ve daha ahenkli kentsel çevreler sunduğunu gözlemlemek üzücü.

birinci bölümde ilhan tekeli toplumsal arka planın ana hatlarını çizerek türkiye'de mimarlık ve yapı endüstrisinin gelişimini etkileyen ekonomik faktörler üzerinde duruyor.

ilhan tekeli'nin sorusu:
dünya ekonomik sistemi ile bütünleşme düşüncenin tasarımların ve teknolojinin başka bir yerden toptan ödünç alınması ve bir ülkenin kendi mimarlık geleneğinin , yerel formlarının ve bina kültürünün izlerinin silinmesi ile mi sonuçlanır? mimarlar, gitgide özelleşen ihtiyaçlara cevap verebilmek için diğer inşaat kültürlerini ve mesleki yöntemleri kullanmaya şartlanmışlar mıdır? tekeli tüm bunların sonucunda evrensel ve çağdaş ile geleneksel ve yöresel (vernacular) olanın hangi koşullar altında biraraya getirilebileceğini sormaktadır.

mimarlık mesleği, prestij binaları tasarlayan az sayıda uygulamacı mimar ve rutin bürokratik işler alan ya da müteahhit ve pazarlamacı olarak çalışan çok sayıdaki diğer mimarlar arasında kendi kendine katmanlara ayrılmıştır.

mimarlar artık siyasi yada entellektüel öncülük rolüyle tanımlanan bütünleşmiş bir grup oluşturmamaktadır.


13 Mart 2010 Cumartesi

bir şey'in tanımı*

keyifli bir anında, anın gelip geçiciliğini düşünüp keyifsizleşmek.

3 Şubat 2010 Çarşamba

ya sonra?

ve şöyle devam etmiş corbücük:)

daha sonra perret kardeşlerin her biri beni adeta ayrı ayrı kamçıladılar. bu güçlü insanlar bana çok eziyet çektirdiler:-yapıtlarıyla hatta bazen tartışmalarda- bana diyorlardı ki: ''hiç bir şey bilmiyorsunuz.'' roman biçemi üzerine yaptığım çalışmalardan sonra anladım ki, mimarlık, biçimlerin uyumlu oranlanmasından ibaret değildir... mimarlık başka bir şeydir... ama ne? bunu henüz tam olarak bilmiyordum. bunun üzerine mekanik okudum, daha sonrada statik, ah o yaz bütün çalışmalarım sırasında çok yoruldum. kaç kez yanılgıdan yanılgıya düştüm. ama bugün modern mimarlık konusundaki bilgimin boşluklarını öfkeyle saptamış bulunuyorum. evet öfkeyle ama aynı zamanda zevkle, çünkü artık doğrunun nerede olduğunu biliyorum, malzemenin içerdiği gücü araştırıyorum. bu çetin ama aynı zamanda güzel bir iş; matematik o denli mantıksal ve kusursuz ki!... magne, italyan rönesansı isimli dersini şimdilerde yeniden verdi. ben de yadsıma yöntemiyle mimarlığın ne olduğunu öğreniyorum. aynı şekilde boennewald da roman-gotik mimarisi dersini yeniden veriyor ve bu bilgilerle de mimarlığın ne olduğu ortaya çıkıyor.

perret'lerin şantiyesinde betonun ne olduğunu görüyorum, ne tür devrimci biçimler gerektirdiğini de.

paris'te geçirdiğim 8 ay bana haykırdı: mantık, gerçeklik, dürüstlük, geçmiş sanatlara yönelik düşleri unut. gözler yukarı, ,ileri! sözcük sözcük, her sözcüğün anlamını vererek söylersek, paris'in dediği şuydu: ''sevmiş olduklarını yak ve yaktıklarının önünde eğil.''

sizler grasset, sauvage, jourdain, paquet ve diğerleri, hepiniz birer yalancısınız.

grasset gerçekliğin modeli, çünkü yalancı siz mimarlığın ne olduğunu bilmiyorsunuz-size gelince, diğer bütün mimarlar siz hem yalancı hem de, evet aptalsınız.

mimar mantıklı bir insan olmalıdır; plastik etki yaratmayı sevmekten kaçınması gerekir, bilime olduğu kadar yüreğinin sesine de kulak veren bir kişi, sanatçı ve bilgin olmalıdır. bunu biliyorum ama sizlerden kimse bana, ''atalarımız kendilerine danışacak kişilerle konuşmasını bilirler'' demedi ki.

mısır mimarlığı böyleydi çünkü din böyleydi ve nihayet malzemeler böyleydi. gizemli din, düz silmeler-mısır tapınağı.

gotik mimarlığı böyleydi çünkü din böyleydi, çünkü malzemeler böyleydi. yayılmacı din ve küçük malzeme-katedral.

yukarıdaki satırları özetlemek için diyebilirim ki, eğer düz silmeler kullanırsak mısır, yunan ya da meksika tapınağı yapabiliriz. eğer küçük malzeme kendini kabul ettirirse katedral kendini kabul ettirir ve katedrali izleyen altı yüzyıl kanıtlanmıştır ki bunun ötesinde hiç bir şey yapılamaz.

yarının sanatından söz ediliyor. bu sanat gerçekleşecek. çünkü insanlık yaşam biçimini ve düşünce tarzını değiştirdi. program yenidir. bu yeni bir bağlamda yeni bir programdır; doğmakta olan yeni bir sanattan söz edilebilir, çünkü bu yeni bağlamı oluşturan demirdir.-yeni bir araç olan demir. bu sanatın doğuşu göz kamaştırıcıdır çünkü aşınmaya mahkum bir malzeme olan demir kullanılarak betonarme yaratılmıştır. şimdiye değin eşine rastlanmamış sonuçlar veren bu buluş, kendisinden yapılan anıtlar(!) sayesinde, halkların tarihine yiğitçe atılmış ilk adımın göstergesi olacaktır.








2 Şubat 2010 Salı

paris, 22 kasım 1908 Le Corbusier

değerli hocam,

birkaç günlüğüne memlekete dönüyorum; hem sizi hem de anne babamı göreceğim için çok sevinçliyim, ama aynı zamanda içim de daralıyor. dostum perrin'den aldığım kartlar ve mektuplar bende bir tedirginlik yarattı... sizinle karşılaştığımızda da yanlış anlaşılmak değil, bu görüşmenin bana sevinç ve cesaret vermesini istiyorum. bunun içinde kim olduğumu anlatmak bir gereklilik olarak önümde duruyor.
belkide beni salt bir gravürcü olarak yetiştirmemekte haklıydınız çünkü kendimi gerçekten güçlü hissediyorum.

size yaşamımın bir eğlenceyle değil, yoğun ve zorlu bir çalışmayla geçtiğini söylemem gereksiz çünkü bir gravürcünün, belli bir anlayışa sahip bir mimara dönüşebilmesi için dev bir adım atması gerekiyor...ama artık nereye gittiğimi bildiğime göre, bu adımı atmak için gerekli gayreti-büyük bir zevkle ve coşkuyla gösterebilirim.

paris'te zaman verimlidir; çalışmak isteyen için burada geçen saatler büyük bir güçtür. insan kendine karşı sert ve acımasız olmazsa, düşüncelerin bu dev kentinde kendini yitirir.

zihnini acı çekmeden zorlamayan biri için, akıp giden saatlerin verimli saatler olup olmadığını gösterecek hiçbir şey yok.

paris'te yaşam çetindir-hareketli bir çetinlik. paris düş kuranların ölümü, çalışmak, ortaya bir iş çıkarmak isteyen ruhlar için ise her dakika şaklayan bir kamçı darbesidir. paris'te yaşam benim için yalnızlıktır. 8 aydan beri yalnız yaşıyorum. her insanda var olan o yerleşik inançlara karşı savaşan ruhla baş başayım ve her gün onunla konuşmak istiyorum. işte bugün kendi ruhumla konuşabiliyorum.

''olmayacak düşler kurmadım''

sözünü ettiğim kavramlar çok geniş bir alana yayılıyor; beni coşturuyor... bana eziyet ediyorlar; bir içsel olgu tarafından kışkırtılan içimdeki güç bana yapabilirsin! diye haykırdığında bu kavramlar beni alıp götürüyor, bana kanatlar takıyor. henüz dümdüz gözüken ufkuma silik bir şekilde işlediğim şeylere ulaşmam için kırk yılım var.

bugün viyana darmstadt gibi bir iki alman okulunun kazandığına benzer başarı kazanma düşleri artık sona erdi. bu çok kolay bir başarı. bense gerçeğin ta kendisiyle savaşmak istiyorum. belki,- belki değil mutlaka-çok acı çekeceğim. ama zaten bugün huzurlu bir yaşam düşlemiyorum. kendimi gelecek için hazırlıyorum. belki de en az düşündüğüm, kitleleri fethetmek... fakat ben içtenlikle yaşayacağım ve sövgüler beni mutlu edecek.

içimdeki güç konuşuyor ve ben bunları söylediğim zaman düş kurmuyorum.

ah ne çok isterdim ki dostlarım, arkadaşlarımız yaşamın gündelik zevklerini bir kenara bıraksınlar ve en aziz bildiklerinden-bunların iyi olduğuna inanıyorlar- vazgeçerek ne denli sığ şeylerle ilgilendiklerinin ve ne kadar az düşündüklerinin bilincine varsınlar.

parise gelince içimde büyük bir boşluk hissettim ve kendi kendime dedim ki: ''zavallı henüz hiçbir şey bilmiyorsun ve ne yazık ki neyi yapmadığını da bilmiyorsun.'' bu benim en büyük kaygım oldu. kime danışmam gerekiyordu? perret'yi gördüm ama ona bu konuda soru sormaya cesaret edemedim. bu adamların hepsi bana dediler ki ''siz mimarlık konusunda yeteri kadar bilgilisiniz.'' sonunda ruhum isyan etti ve eskilere danışmaya karar verdim. roman biçeminin temsilcileri!